30 Eylül 2016

PERİ GAZOZU - ERCAN KESAL


Canım zaten çok sıkkındı.İyice daraldığım biranda içimdeki ateşi biraz gözyaşlarıyla söndüreyim diye ikinci kez okudum Peri Gazozunu. 

Bazen üstüne üstüne gitmek istiyorsun korkuların üzüntülerin  ve hayatın gerçekleri bir tokat daha atsın sana istiyorsun pamuklara sardığımız hayatımızın yanı başındaki dikenli yolları yüreğin kanaya kanaya okumak istiyorsun.

Gerçi hangimizin hayatı pamuk prenses tadında geçti ki , olsun diyorsun sonra ben büyüdüm ya çocuklar çocuklarımız onları kim koruyacak ya vicdan sahi ne zaman sustu vicdanımızın sesi.
Ercan Kesal sen yaz hocam muhakkak ki değiştirecek birilerini senin yazdıkların muhakkak ki dokunacak birilerin vicdanına kelimelerin.



Eskiden ölülerini gömmeyip ,bir kulenin tepesine ,açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nereden yemeğe başladığını izlerdi.
Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı : ''Sessizlik Kulesi.''
Türkiye'yi koca bir ''Sessizlik Kulesi'' yaptık en sonunda..
Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.
Saklanıp bir şeylerin arkasına ,dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.

Peki , ne kadar daha seyredeceksiniz ,plazma LCD televizyonlarınızın önünde ,bayrağa sarılı tabutlara sarılarak , babalarının göğüslerini arayan yetimlerin hüznünü? Ya da , çoğu zaman usulünce yıkamak bile reva görülmeyen diğerlerinin , geride bıraktığı isyankar çocukların öfkesini...Yetmedi mi?

Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken yaşta kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü , farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyuor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğumuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.

Ne kadar da küçükmüş meğer .Sığamadık yeryüzü sofrasına.Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış,kalplerimiz gibi.
Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var...
İyi o zaman .Ne diyelim?Afiyet olsun...

Dedemden öğrendiğim ,''insan olmak '' kendi mutlu olsuğun şeyleri yanındakilere de iletmektir.İnsan , kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa ''insanım'' diyebiliyor.

Şimdi arkanıza yaslanın ve bir an düşünün n'olur.Bir baba , on sekiz yıl önce öldürülen ve kaybedilen oğlunun ,kafatası ve kemikleri , yanmış halde bir kuyunun dibinde bulundu diye sevinç gözyaşları döküyor!Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun...

Ey zebaniler, ey korku tüccarları , ey kibir heykelleri , vicdan fakirleri ,zalimler ! Bırakın kuzuların önünü. Geçip gitsinler ırmağın öte yanına. Anneleri bulur kokusundan onları.Mutlaka bulur. Bırakın kucaklaşsınlar...


Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip , kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek...Bu yüzden bu kadar kalınlaştı derimiz.Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz.
Gebeliğini kalın bir bez kuşakla sarıp saklayan küçük kadın gibi, gövdesinden başka sunacak hiçbir şeyi olmayan genç insanların çaresizliği üzerinden yapılan siyasetimiz, kızının kalbindeki değil , çarşafındaki kanına bakan adamlar gibi yaşayıp , komşusuna verdiği ''ileri demokrasi''akıllarından kendi nasiplenmiş riya dolu düzenimiz ve elbette meseleleri kökünden çözmek yerine , onun büyümesini seyrederek aldığımız ölümcül hazla sarhoş biz...

25 Eylül 2016

YERE DÜŞEN DUALAR - SEMA KAYGUSUZ


Yazar kitabın bir yerinde bir hikaye anlatıyor ve en sonunda İbn Kıfti Useybia diyor ki ''izin verin tek bir kitapta evreni açıklayayım!''   Sema Kaygusuz da sanırım bu kitabında aynı şeyi yapmış altını çizdiğim cümlelere dönüp baktığımda anlatmak istediği yıllardır süregelen , insanın dünyayı anlama çabası ve kendini arayışı.

Üzüm ve Altın diye iki bölüme ayırmış yazar kitabı. Altında tam bir masala dönüştü kitap tam sevdiğim kıvamda gerçek mi hayal mi olduğunu bilemediğim bir dünyada kestiremediğim bir tarihte.

Yeni bir dil yaratmış gibi farklıydı anlatımı kelimeleri farklıydı ; cazgır, kakafoni, varsıl, uğru, yalvac, pürç, fosforışılı....   ne de yakışıyor bu kelimeler bir masala.

Dönüp dönüp okunsa eminim her seferinde farklı farklı anlamlar çıkarılacak çok derin bir kitap yaşına tezat edecek kadar usta bir kalem Sema Kaygusuz.


Bir kez daha emin oldum yazarında  dediği gibi ; İnsanlar birbirine çarpa çarpa değişirler...




Üzümün beyaz eti , dünyanın bir günlük bir yer olduğunu öğütler ; çekirdeğiyse toprağın sonsuzluğunu....

Bugün telefonla beni aradın Yorgo. Akaşama görüşelim istedin. Haftalardır dokunmamışsın bana ,çok özlemişsin . Beni istediğini söyleyince , birdenbire köleleştirdin beni Seni yüceltene mutlaka hizmet etmelisin çünkü .Gözlerini ,saçını ,tenini kim övüyorsa koparıp vermelisin onlara.....

Sahi , seni korkutmayayım diye kıllarımı yoldurduğumu biliyor muydun Yorgo ? Gövdemde yaptığım eksiltmeyle senin erkeklik imgeni daha da koyulttuğumu ?

Durma telaşıyle biteviye bir hareket kapılmış gidiyorsun. Gölgesizliğe soyunmuş ölümcül bir hareket seninki. Gölge eşyanın ruhudur. Gerçeği pekleştiren bu ruhu ışıktan koruyamazsın! Durmak , gece vakti sınır boyları bozulmuş gölgenin , değişken lekesini koruma çabasıdır. Durmak anımsamaktır .Anımsamayı durduramazsın...

Derdim mücevher değerinde , bir halka gibi parmağıma geçmişti. Dışarıdan kabuklu , içeriden acı zarla çevrilmiş kıvrımlı bir varlıktım...


Hani hecesini ve iyelik eklerini bağlayamadığın sözcüklerin som anlamları mayalanıyordu dilinde , niye sustun ? ölümü korkuyu ve zamanı bilmeyen şu ağaçlar bile becerebiliyor ayakta ölmeyi...

Merhamet ! Bu sözcük Ortaçağ'da doğmuş olmalı. Harflerinde kan bulaşığı, çıkardığı seste şefkatli bir tını var. Ama zalimden çıkan bir  yumuşaklık.Önüne gelenin başını vurduran bir kralın bir kereliğine idam mahkumunu bağışlaması gibi..


Ruhlar , ölmüşlerin biz yaşayanlara bıraktığı bir emanetti o zamanlar....

Annesinin yasını görseydi , az da olsa bir yas , pelürden bir hüzün takınır , hiç olmazsa onun ağlayışını ağlar ; gözyaşının ısısıyla zihnindeki yağlı belleği eriterek bir çocuk hafifliğine dönerdi yeniden.


Kırbaç uzun dilli bir haykırıştır.

Asıl işim , çiçek soğanı ile tohum toplayıp tutkunları için cennet bahçesi yaratmaktı. Köylüler ile tarım işçileri , ayrıkotu kadar değer vermez çiçeğe. Daha doğrusu çiçek sevecek ne zamanları vardır ne de yeterince tokturlar. Bense uyuşukluktan olsa gerek , otluklarda açan sıradan bşr gelinciğin , devasa bir parkta kurulan dairesel çiçek tarhlarının dış çemberinde nasıl duracağını tasarlayabilecek kadar aylaktım........Bitkiler de kandırılabilir yeter ki inandırıcı bir dünya yaratın... 


Hiç düşünmeden , seninle dövüşmem, dedi. Dedi demesine ama ,iblisin tekisin sen ,namertsin, değmezsin gibi alçaltıcı sözler de etti sanki. Ondan bu sözleri duyduğumu söyleyemem tabii , ne var ki duymuş kadar olmuştum. Sözcükler gözündeydi çünkü.


İnsanları birbirine bağlayan çoğu duygular kimyası bozuk olanlardır...

Tutkun bir matematikçi için evren nasıl sayılardan ibaretse ; denizde yaşayan Fenikeli , kayığından başka yerkabuğu bilmiyorsa ; hayat da açıklayabildiğince parıltılı , açıklayamadığın kadar zifiri karanlıktır. Ve bu karanlıkta yalnızca inanç vardır oğlum. İçine doğduğun daracık ömrü kabullenmen için...


Sahi bir acısı vardı Yaşur'un ! Yeterince hissedemediği için bir türlü kurtulamadığı..